1 Ağustos 2018 Çarşamba

Kalem

Yoruluyorum bazen. Kalemim dile geliyor, ellerim terliyor. Ufaktan bir yağmur yağıyor, elime kahvemi alıp kuruluyorum pencereme. Yağmur damlaları hava da sevişirken ben de kahvemi yudumluyorum. Her yudumda, yağmuru içime çekiyormuşum gibi bir his kaplıyor içimi.

Pencerem buğulanıyor, aklımdan geçenleri parmağımla işliyorum üzerine. Bu arada kalemim hasetle parmağımı izliyor. Çok kıskançtır kalem hazretleri. Kendisinden başkasını kullanınca, sinirden kendini tıraş ediyor. Sonra da kalemtraşa kapris yapıyor. Biraz dertli kendileri. Kağıt istiyor önüne, yanına da silgi. "Silgim yok, ekmek vereyim" diyorum, boynunu büküp küsüyor bana. Bende dayanamayıp kırtasiyeden bir silgi aldım. Eve gelip silgiyi gösterdiğimde "niye kokulu" almadın diye sızlandı. Bende gidip üstüne parfüm sıktım. Bu sefer kalemim mutluydu. Yazmak yerine kucağıma uzanmak istiyordu. İtiraz etmedim. Aldım onu kucağıma güzel bir dinlenme molası yaptık.

Yağmur hala dinmemişti. Gök çığlıklar atıyordu. Kalemimde korkudan yorganın altından çıkmıyor. Seviyorum haylazı. Pencerem ışık efektleri ile dolu bir bilim kurgu filmine dönüşmüştü. Sanki hiç durmayacak gibiydi bulutların gözyaşları. "Hey! Üzülmeyin sakın. Beklediğiniz size geri gelecek. Dünya dönüyor koca bebekler sizi" diye bulutlara bağırdım. Sonra yüzümde yorgun bir gülümseme ile kafamı içeri çektim.  

Yağmurun en güzel yanı nedir?
Yağmurdan sonra gelen toprak kokusudur. Ah ne güzel kokudur o. Sanki evrenden bize bir mesaj var. Ben mi abartıyorum acaba? Bu koku yeni kesilmiş çimen kokusundan bile güzel. İçime huzur doluyor. Kelebeklerde ceremesi. Hep yağmur yağsa keşke. 

Kahvemde bitmiş. (Burada psikopat gibi güldüğüm gerçeği size garip gelebilir. Psikopat olduğum gerçeği de bunu doğruluyor galiba.) Gidip kendime bir fincan kahve doldurdum. Ama çok sertti bu sefer. Yorgunluk kahvem bitmişti, şimdi beni kendime getirecek bir şey lazımdı. 

Balkona doğru yürüdüm. Pencereyi es geçtim bu sefer. Kahvemden bir yudum aldım ve eski deli-dolu halime geri döndüm. Bir şey yapmam lazımdı. Kalemimi alıp kahve fincanına soktum. Ona da can geldi. İkimizde fırtınanın içinde kaybolan şimşekler gibiydik. Önüme bir kağıt aldım, başladım yazmaya. Kağıt alev almaya yakın kalemimin ucu kırıldı. Acı çekiyordu. Hemen gittim kalemtraş ile kalemime yama yaptım. Bu sefer sinirliydi kalemim. Kime bilmiyorum ama o sinirle yazdıkları beni benden almıştı. Yağmur küçük kalemime iyi gelmedi. Üstüne yorgan örtüp uyuttum zavallıyı.

Gece saat iki sularında bir ses! Uykusuzluktan şişmiş gözlerim ile odaları gezdim. Kimseyi göremedim. Zaten görmek istemezdim.

Pencereye çıktım. Ses yankılanmaya başladı "Kalemi bırak. Kendine yazık ediyorsun.". Ses tam olarak nereden geliyor anlayamıyorum. Etrafımda dönüyordum. Kafam allak bullak ve sağa-sola sallanıyordu. Yere yığıldım birden. Duvarın köşesine çöktüm ve sesler kesildi. Kafamı iki kolumun arasına alarak parkeyi inceledim. Biraz sonra beni bir gülme tuttu. Delice bir gülme ile kafamı tavana kaldırarak haykırdım "Yazdıklarımın anlamını sorma bana 'Kalem'. Çünkü; yazdıklarım kafamın içinde bir yerdeler. Onları oradan çıkartamam. Kağıda dökebilirim ama yok edemem. Kafam çok dolu 'Kalem'. Yazıyorum... Yazıyorum yok olur umuduyla ama yok olan olduğumu anladığımda, ellerim kapkara oluyordu. Yazacağım. İçimdeki kanser kağıtlara bulaşana kadar yazacağım. Ben... Ben yazacağım."



, , , ,